PARÇALI NOT(A)LAR 1
Apollon ve Hyakinthos’un hikâyesi, yalnızca mitolojik bir çerçevede ele alınabilecek bir anlatı olmaktan uzak; aksine, sınırları sürekli genişleyen, anlamların birbiriyle iç içe geçtiği ve her seferinde yeniden şekillenen bir varoluş sahnesi olarak okunabilir. Bu sahne, yalnızca tanrılar ve insanların etkileşimlerine değil, evrenin kendi ritmine ve bu ritim içinde beliren dönüşümlere işaret eder. Anlatıyı yüzeyden derinlere çekip bakıldığında, bir trajedinin ötesinde bir dönüşümün izleriyle karşılaşmak mümkün hale gelir. Hyakinthos’un yere düşüşü, Apollon’un sevgisi ve Zephyros’un kıskançlığı birer ayrıksı olay olmaktan çıkarak, doğanın döngüselliği içinde birbirini tetikleyen bir varoluş ağına dönüşür.
Zaman ve mekân, bu anlatının merkezinde, doğrusal bir ilerleyişi reddeder; geçmiş ve gelecek arasındaki sınırlar belirsizleşirken, anılar ve anlamlar sonsuz bir döngüde birbirine dolanır. Hyakinthos’un yere düşen bedeniyle toprakla kurduğu ilişki, yalnızca bir kaybı temsil etmez. Bu ilişki, kanın toprağa sızışıyla ortaya çıkan dönüşümün doğanın sürekli devinimini nasıl şekillendirdiğini gösterir. Kan, bir yitimden çok daha fazlasıdır; tohumlanan bir başlangıcın yankısıdır. Peki, bu tohumlanan şey nedir? Çiçekleşen kan, yalnızca doğanın estetik bir görüntüsü müdür, yoksa bu görüntünün ardında saklı bir varoluş bilgisini mi barındırır? Kanın toprağa sızışıyla çiçeğin filizlenmesi arasında beliren bu döngü, yalnızca doğaya değil, insanın varlığa bakışına dair de bir soruyu beraberinde getirir: Dönüşüm, bir son mudur, yoksa yeni bir başlangıcın şifrelerini mi taşır?
Ahmet Güntan’ın şiirlerini bu anlatının modern bir yankısı olarak görmek, belki de bu dönüşüm fikrini anlamanın bir yoludur. Güntan’ın kelimelerinde, sessizlikler ve boşluklar, Apollon’un gözyaşlarının toprağa düşerken yarattığı görünmez dönüşüme benzer bir derinlik yaratır. Her kelime, hem kendi başına bir bütün hem de diğer kelimelerle kurduğu ilişkiler üzerinden sürekli değişen bir varoluş alanıdır. Güntan’ın şiirlerinde sessizlikler, anlamı destekleyen bir eksiklik değil; aksine, anlamın yeniden doğduğu birer yaratım sahnesidir. Kelimelerin arasında bırakılan bu boşluklar, Hyakinthos’un kanıyla birleşen Apollon’un ışığını hatırlatır. Bir çiçeğin filizlenişi nasıl toprağın içinde saklı bir potansiyeli açığa çıkarıyorsa, şiirdeki her sessizlik de anlamın derinlerde yeniden kurgulandığı bir düzlem sunar.
Apollon’un ışığı, Hyakinthos’un kanıyla birleşirken, mitolojik anlatı bir metaforun ötesine geçer; bu birleşim, ne yalnızca bir trajedinin göstergesidir ne de yalnızca bir aşkın ifadesi. Bu, bir döngünün başlangıcıdır; doğanın ritmiyle, insanın anlam arayışının kesiştiği bir eşik. Hyakinthos’un yere düşüşü, sadece bir figürün düşüşü olarak algılanamaz; o, evrensel bir ritmin ifadesidir. Toprakla kurulan bu bağ, insanın doğayla olan ilişkisinde saklı bir bilginin ifşasını taşır. Güntan’ın şiirlerinde görülen döngüsellik, bu mitolojik anlatıyı modern bir düzlemde yeniden kurar. Kelimeler, anlamlarla değil, anlamlar arasında kurulan gerilimlerle var olur. Her dize, bir başlangıcı ve sonu aynı anda taşır; her kelime, sessizlikle tamamlanır.
Hyakinthos’un yere düşüşü ve Apollon’un gözyaşlarının toprağı sulaması, zamanın doğrusal bir ilerleyişten çok, döngüsel bir akışta şekillendiğini hatırlatır. Güntan’ın şiirlerinde bu döngü, hem geçmişin hem de geleceğin aynı anda yankılandığı bir düzlemi işaret eder. Her kelime, yalnızca bir anlamın taşıyıcısı değil; her kelime, diğer kelimelerin arasında var olan boşluğun tamamlayıcısıdır. Hyakinthos’un düşüşü, Apollon’un sevgisi, Zephyros’un kıskançlığı, bir anlatının parçası olmaktan çıkıp, bütünün kendisine dönüşür. Bu bütün, bir döngüde sürekli yeniden kurulan bir varoluşun sahnesidir. Çiçekleşen kan, doğanın ritmi içinde yeni bir hikâyenin başlangıcını taşır ve bu hikâye, insanın doğayı anlamlandırma çabasının da bir uzantısıdır.
1. Not(a): Hamlıktan Hamura: Manifestonun Poetik Çatışmaları
Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham manifestosu, yüzeyde poetik bir sav gibi algılanabilir, ancak derinlere inildikçe, yalnızca dilsel bir yapı değil, aynı zamanda alışılmış sınırları reddeden bir düşünce coğrafyasının parçaları olarak belirir. Bu coğrafya, düz bir haritadan çok, her biri kendi dinamiklerine sahip katmanların iç içe geçtiği ve durağanlıktan ziyade hareketi önceleyen bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Ancak bu hareketlilik, tek bir doğrultuya yönelmekten ziyade, daima başka bir eksene kayar, zamansallık ve mekânsallık kavramlarını sürekli yeniden kurarak akışkan bir yapıya dönüşür. Peki, bu akışkanlık bir kaotik çözülme mi yoksa yeni bir bütünlüğün arayışı mı?
Güntan’ın metni, klasik anlamda bir metinden beklenen tutarlılık ya da ardışıklık sunmaz; her cümle, bağımsız bir birim gibi görünse de, bir diğerine görünmez bağlarla eklemlenir. Bu bağlar, bir köprünün beton direkleri gibi sabit değil, rüzgârda salınan ipler gibi esnektir. Her ifade, sadece kendi taşıdığı anlamla değil, aynı zamanda bıraktığı yankılarla, sessizlikle ve hatta belirsizlikle varlık bulur. Bu belirsizlik, anlamı bir tamamlanma arayışından çok, sürekli ertelenen ve yeniden şekillenen bir süreç hâline getirir. O hâlde, bu sürecin kendisi bir nihayet mi, yoksa yalnızca başka bir başlangıcın önsözü mü?
Manifestonun sunduğu yapı, geleneksel bir metin anlayışını altüst eder; burada bir başlangıç ya da sonuç yoktur, yalnızca birbirine düğümlenen yolların oluşturduğu bir ağ vardır. Bu ağ, her düğümde yeni bir yöne açılabilir, ancak bu yönlerin hiçbiri sabitlenemez. Metin, okuyan zihni pasif bir alıcı olmaktan çıkarıp, aktif bir katılımcıya dönüştürür. Ancak bu katılım, bir anlam yaratma çabasını mı ifade eder, yoksa anlamın sürekli eriyip yeniden şekillendiği bir oyun mu yaratır?
Zaman ve mekân algısı da bu metinde klasik kalıpların ötesine taşınır. Zaman, doğrusal bir ilerleyişten ziyade, geçmişin, şimdinin ve geleceğin eşzamanlı bir süreklilik olarak var olduğu bir döngüsellik sunar. Bu döngü, yalnızca metnin kendi yapısal dinamikleriyle değil, onunla etkileşimde bulunan zihnin bu akışa nasıl dahil olduğuyla da ilgilidir. Zihin, sabit bir gözlemci olmaktan çıkıp, metnin akışına dâhil olur, onun bir parçası hâline gelir. Ancak bu bütünleşme, anlam yaratma çabasını güçlendiren bir hamle midir, yoksa anlamın eriyip gittiği bir boşluğun içinde kaybolmak mı?
Parçalı Ham, yalnızca bir poetik duruş sunmaz, aynı zamanda bir düşünce pratiği ve varoluş biçimi önerir. Her ifade, yalnızca kendi anlamını değil, aynı zamanda bir sonrakini şekillendiren bir dinamiği taşır. Ancak bu dinamikler, belirgin bir düzenin değil, sürekli değişimin ürünü olarak var olur. Belirsizlik, burada bir eksiklikten ziyade, sonsuz ihtimalleri barındıran bir alan yaratır. Peki, bu ihtimaller, özgün bir keşif mi sunar, yoksa yalnızca bilinenin yeni bir yorumunu mu ortaya koyar?
Dil, Güntan’ın metninde yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda varlığın inşa edildiği bir alan olarak belirir. Her ifade, yalnızca kendisini değil, aynı zamanda ardındaki sessizlikleri ve yankıları da taşır. Bu sessizlikler, dilin sınırlarında bir boşluk olarak değil, yeni anlamların yeşerebileceği bir mekân olarak belirir. Ancak bu mekân, bir anlamın tam olarak yakalanabileceği bir yer mi, yoksa anlamın sürekli kaçıp yeniden belirdiği bir alan mı?
Güntan’ın metni, bir poetik manifesto olmaktan çok, bir varoluş labirenti sunar. Bu labirentte kesin yollar ve net çıkışlar bulunmaz; her kıvrım, yeni bir başlangıç ve yeni bir olasılık sunar. Ancak bu olasılıklar, bir sona ulaşma çabasından çok, yolculuğun kendisine odaklanmayı gerektirir. Bu nedenle, metni çözmeye çalışmak, bir sonuca varma çabası olmaktan çıkıp, yolculuğun kendisini deneyimlemeye dönüşür.
Metnin en çarpıcı yönü, sürekli bir oluş hâli içinde sabitlenemeyen yapısıdır. Bu yapı, yalnızca metni değil, onunla etkileşimde bulunan zihni de yeniden şekillendirir. Her ifade, yeni bir anlam katmanı sunarken, aynı zamanda bu anlamın sınırlarını da sorgular. Bu sorgulama, bir çözüm sunmaktan çok, sürekli bir soru işareti bırakır. Güntan’ın manifestosu, tam da bu nedenle, bitmeyen bir süreç olarak karşımıza çıkar; her seferinde yeniden başlayan, asla tamamlanmayan bir oluşun izlerini taşır.
Belki de metnin en güçlü yanı, bu tamamlanmama ve sürekli hareket hâlidir. Bu hareket, yalnızca metnin kendisini değil, onunla etkileşimde bulunan zihni de dönüştürür. Böylece metin, yalnızca bir metin olmaktan çıkar; bir deneyim, bir varoluş pratiği ve bir düşünce formu olarak belirir. Bu nedenle, Parçalı Ham, yalnızca bir manifestonun ötesine geçen, dilin, zamanın ve mekânın sınırlarını sorgulayan bir yapıt olarak değerlendirilmeli.
- Not(a): Eşcinsellik, Şiir ve Şairin Bedeni
Ex nihilo’nun titrek yankısı gibi, yeraltının damarlarından yükselen titreşimler, bir başlangıca ya da bir nihayete bağlı kalmadan, insanın algısal ve varoluşsal dengelerini altüst eden bir sonsuzluk hali taşır. Bu titreşimler, Heidegger’in dasein kavramında olduğu gibi, insanın varlığını sorgulayan ve aynı anda bu sorgulamayı bir anlam krizine dönüştüren bir etkileşim alanıdır. Ancak bu alan, bir metinsel düzen ya da düz bir anlam haritası sunmaz; aksine, sürekli devinen, her an yeniden şekillenen bir kaos barındırır. Kaos, burada bir yokluk değil; daha çok bir potansiyel, bir oluşumdur. Tıpkı Deleuze’ün rhizomatic yapılarında olduğu gibi, her bir titreşim, kendi içinde sonsuz bağlantılar yaratır, fakat bu bağlantılar hiçbir zaman nihai bir anlam dizgesine dönüşmez.
Ahmet Güntan’ın şiirleri, bu kaotik titreşimlerin somutlaştığı, ama aynı zamanda sabitlenemeyen bir zemindir. Kelimeler, yalnızca birer anlam taşıyıcısı değil, aynı zamanda birer dönüşüm aracıdır; dilin alışılmış kurallarını yerinden eden, onları yeniden şekillendiren bir dinamizm taşır. Her dize, okuyucuyu, kendi zihinsel labirentinin derinliklerine çekerek, bilindik düşünce kalıplarını yıkar ve yerine belirsizliğin hüküm sürdüğü bir varlık alanı açar. Ancak bu alan, bir özgürlük ya da kurtuluş mekânı değildir; aksine, bireyin kendi kimliğiyle, arzularıyla ve toplumsal yapılarla olan ilişkisini keskin bir şekilde sorgulatan bir yüzleşme alanıdır.
Eşcinsellik, bu yüzleşmenin odak noktalarından biri olarak şiirlerde belirir. Ancak burada eşcinsellik, yalnızca bir bireysel kimlik ya da tercih meselesi değil, aynı zamanda bir toplumsal yapı eleştirisi ve bir varoluş krizi olarak işlenir. Lacan’ın mirror stage teorisi bağlamında düşünüldüğünde, birey, kendi varlığını başkalarının gözünden tanımlarken, bu tanımlama süreci sürekli olarak bir yabancılaşma yaratır. Güntan’ın şiirlerinde eşcinsellik, bu yabancılaşmanın hem bir sebebi hem de bir sonucu olarak konumlanır. Toplumun heteronormatif sınırlarını aşmaya çalışan birey, bu sınırların dışında bir özgürlük alanı arar; ancak bu arayış, sıklıkla daha derin bir yalnızlık ve çelişki hissine dönüşür.
Şiirlerde kullanılan sessizlik, bu çatışmaların en güçlü taşıyıcılarından biridir. Ancak bu sessizlik, yalnızca bir boşluk değil; daha çok, kelimelerin taşıyamadığı anlamların birikimidir. Derrida’nın différance kavramında olduğu gibi, bu sessizlik, hem bir gecikmeyi hem de bir sapmayı temsil eder. Kelimelerin arasındaki bu boşluklar, okuyucuyu bir belirsizlik içinde bırakır; her kelime, üzerine daha fazla anlam yüklenmesini reddederken, aynı zamanda yeni anlamların doğmasına da olanak tanır. Sessizlik, bir varoluşun taşıyıcısı olur; bu taşıyıcılık, toplumsal normların sorgulandığı, bireyin kendi içsel çatışmalarıyla yüzleştiği bir alan yaratır.
Toplumun dayattığı normatif cinsellik biçimleri, bireyin arzularını, kimliğini ve bedenini şekillendirirken, aynı zamanda onu kendi varlığıyla bir çatışmaya sürükler. Güntan’ın dizelerinde bu çatışma, yalnızca bireyin kendi arzularıyla değil, aynı zamanda toplumsal ahlak ve kültürel kodlarla da ilişkilidir. Eşcinsellik, bu bağlamda, bir özgürlük iddiasından çok, bir sınır krizi olarak belirir. Toplumun sınırlarını aşmaya çalışan birey, aynı zamanda bu sınırların yeniden üretiminde bir araç haline gelir. Bu çelişki, Güntan’ın şiirlerinde hiçbir zaman doğrudan bir çözüm sunmaz; aksine, sürekli olarak yeniden sorgulanır.
Bu şiirlerde zaman ve mekân, yalnızca birer arka plan değil, aynı zamanda bir çatışma alanıdır. Zaman, linear bir akış olmaktan çıkar; mekân ise sabit bir zemin sunmaz. Daha çok, Deleuze ve Guattari’nin smooth space kavramını anımsatan bir biçimde, her şey sürekli hareket halindedir, ama bu hareket, hiçbir zaman bir hedefe ulaşmaz. Güntan’ın kelimeleri, bu hareketin birer parçasıdır; her kelime, hem bir başlangıç hem de bir son gibi görünür, ama aslında ikisi de değildir. Kelimeler, okuyucuyu bir labirentin içine çeker; ancak bu labirent, hiçbir zaman tam olarak çözülemez.
Eşcinsellik, bu labirentin en karmaşık noktalarından biri olarak belirir. Güntan, bu konuyu ele alırken, bir yandan bireyin kendi arzularıyla olan ilişkisini sorgular, bir yandan da bu arzuların toplumsal yapılar tarafından nasıl şekillendirildiğini görünür kılar. Ancak bu görünürlük, bir yargıya ya da bir sonuca dönüşmez. Daha çok, bireyin kendi varlığına ve toplumsal normlara olan bağlılığına dair bir eleştiri sunar. Eşcinsellik, bir direniş olduğu kadar, bir teslimiyettir de; çünkü toplumsal normların dışında bir kimlik oluşturmak, aynı zamanda bu normların varlığını kabul etmeyi gerektirir. Bu bağlamda, eşcinsellik bir özgürleşme değil, bir paradoks olarak belirir.
Güntan’ın şiirlerinde her dize, bir soru işareti gibi asılı kalır. Bu sorular, yanıt aramaz; çünkü yanıtlar, yeni soruların doğmasına neden olur. Bu nedenle, Güntan’ın şiirleri, yalnızca bir anlam arayışının değil, aynı zamanda bir anlam kaybının da ifadesidir. Bu kayıp, insanın kendi varoluşuyla, başkalarıyla ve evrenle olan ilişkisini sorgulamasına olanak tanır. Ancak bu sorgulama, hiçbir zaman bir sonuca ulaşmaz; çünkü varoluş, sabit bir hakikat değil, sürekli değişen ve dönüşen bir süreçtir. Bu süreç, insanın en derin korkularını ve arzularını içinde taşır; hiçbir zaman tam olarak ifade edilemeyen, ama her zaman hissedilen bir yankı olarak yaşamaya devam eder.
- Not(a): Gizlilik: Poetika mı, Politika mı?
Ahmet Güntan’ın şiirlerinde gezinirken zihinde beliriveren o soyut ve karanlık gölge, dilin sonsuz bir labirenti içinde, her köşede farklı bir yüze bürünen, aynı zamanda hiçbir yere ait olmayan bir izlenim gibi mi görünür? Yoksa bu gölge, bir harfin bir diğerine dokunuşundan doğan titreşimlerin yankısı mıdır? Belki de bu, her dizede bir anlığına beliren ve hemen ardından ufalanarak kaybolan bir varoluş hissi yaratır. Şiir, bir iz sürme eylemi midir burada, yoksa izlerin kaybolduğu bir zeminde durmayı seçmenin kendisi mi bir anlam taşır? Güntan’ın dizelerinde dolaşan o izlenim, dilin kendi içine kapanıp sonra aniden kendini aşarak dışarı sıçradığı, ama bu sıçrayışta bile asla net bir form kazanmayan bir oyun alanıdır.
Şiirlerin merkezinde yatan bu gölge, sabitliğin ötesinde bir yerde, hareketin kendisini kavramayı önerir gibidir. Ancak bu hareket, düz bir çizgide ilerlemek yerine, spiral bir döngüye hapsolur. Her kelimenin ardında bir diğerinin yankısı vardır; her yankı, bir öncekinin izini silerken yeni bir boşluk yaratır. Güntan’ın dilinde bu boşluklar, bir eksiklik hissi mi yaratır yoksa varoluşun tam da bu eksiklik içinde yeşerdiğini mi gösterir? Belki de bu dizelerde anlam, bir serap gibi görünür, fakat serap yalnızca bir yanılsama değil, aynı zamanda gerçekliğin bir parçasıdır. Serap, bizi yola devam ettiren bir vaat midir, yoksa tam da yolun sonunu sorgulatan bir engel mi?
Dilin bu yoğun ve dalgalı yüzeyinde, anlam arayışı bir tür varoluş çabasına dönüşür. Güntan’ın şiirleri, açık bir mesaj sunmaktan öte, okurun – ya da belki de yalnızca kelimelerin – dilin sınırlarında gezinmesine imkân tanır. Fakat bu sınırlar, sabit bir haritadan ziyade, suyun yüzeyindeki dalgalar gibi her an değişen ve yeniden şekillenen bir dinamizme sahiptir. Şiirlerde her kelime, kendisini diğer kelimelerin ağırlığıyla taşır, fakat bu taşıma eylemi, herhangi bir hedefe ulaşmayı amaçlamaz. Hedefin olmadığı bu yolculuk, dilin sınırlarında yeni bir deneyimin kapılarını aralar.
Bir mekân düşünün: Ne tam anlamıyla karanlık ne de bütünüyle aydınlık, ama her ikisinin kesiştiği o ara alanda sürekli bir hareket var. Bu mekânda, bir masa, fakat sabit değil; bir sandalye, fakat üzerine oturmak mümkün değil. Güntan’ın şiirleri de böyle bir mekânın ritmini taşır; ne tutunabileceğiniz bir dal sunar ne de üzerinde durabileceğiniz bir zemin. Şiirlerin içinde dolaşmak, yalnızca hareketin kendisine odaklanmayı, durağanlığı aramayı değil, durağanlığın yokluğunda neyin ortaya çıktığını keşfetmeyi önerir.
Ahmet Güntan’ın şiirleri, Derrida’nın dilin kendi içinde sürekli ertelendiği ve asla tamamlanmayan bir anlam süreci fikrini çağrıştırır. Ancak bu erteleme, teorik bir tartışma olmaktan çıkıp, estetik bir deneyim haline gelir. Güntan’ın dizelerinde dil, yalnızca bir ifade aracı değil, aynı zamanda kendi kendini keşfetmeye çalışan bir organizma gibi hareket eder. Bu hareket, anlamın yalnızca oluşumunu değil, sürekli kayboluşunu da bir performansa dönüştürür. Her kelime, kendi sınırlarını aşarak yeni bir döngü yaratırken, bu döngülerin tamamlanmaması bir eksiklik değil, aksine, şiirin doğasının bir parçası haline gelir.
Sonunda, bu şiirler bir tür özgürlük mü sunar yoksa dilin içinde bir hapsolmuşluk mu yaratır? Belki de bu soru, dizelerin temel doğasına uygundur: Şiir, cevaplardan çok soruların içinde yaşayan bir formdur. Güntan’ın dizeleri, dilin sınırlarını zorlayan bir yolculuğu temsil ederken, bu sınırların nerede başladığını ya da bittiğini asla açık etmez. Anlam, burada yalnızca bir hedef değil, sürekli kaybolan ve yeniden oluşan bir yankıdır. Ve bu yankı, dilin kendi hikâyesini anlatma çabasını bir oyun alanına dönüştürür. Şiirler, anlamı bir serap gibi sunarken, serabın kendisini sorgulamayı, dilin kendi sınırlarını sorgulama eylemiyle eş tutar. Bu sınırlar, yalnızca dilin değil, dilin içinde var olmayı seçenlerin de sınırlarıdır.
- Not(a): Parçalanmış Bir Poetika
Ahmet Güntan’ın poetikası, modern şiirin sınırlarını yeniden çizen bir laboratuvar olarak okunabilir. Bu laboratuvarda, dilin taşıdığı yük, yalnızca anlamın keşfine yönelik bir çaba değil, aynı zamanda bu keşfin gerçekleşme imkânını sorgulayan bir karşı-uygulama olarak şekillenir. Güntan’ın şiirlerinde, hem Derrida’nın “différance” kavramını çağrıştıran bir erteleme hem de Barthes’ın metinlerarasılık fikrini yankılayan bir çoğulluk hissedilir. Fakat bu şiir, yalnızca teorik temeller üzerinde yükselmez; aksine, dilin somut kırılganlıklarını, parçalanmışlıklarını ve kendi kendine açılan yaralarını görünür kılar. Bu durum, okurun—ya da bu metni deneyimleyenin—anlamla kurduğu ilişkiyi, alışılmış temellerden kopararak başka bir düzleme taşır.
Güntan’ın poetikasında, klasik şiirin melodik sürekliliği ile modern şiirin parçalı yapısı arasında bir medeniyet krizi göze çarpar. Şiir, “temporal dissonance” diyebileceğimiz bir zamansal uyumsuzluk yaratır; dil ne geçmişte ne de gelecekte tamamıyla sabitlenir, bunun yerine, şimdinin akışkan ve çok katmanlı yapısı içinde erir. Bu erime, anlamın dağılmasını değil, aksine onun sonsuz kez yeniden inşasını mümkün kılar. Ancak bu yeniden inşa süreci, bir harmoniyi değil, sürekli bir titreşim halini taşır. Peki, bu titreşim neyi işaret eder? Bir merkez arayışının kalıntısını mı, yoksa bu merkezden kurtulma çabasını mı?
Güntan’ın dilinde, kelimeler yalnızca anlam taşımaz; onlar aynı zamanda birer “simulacrum” gibi işlev görür. Bu kelimeler, anlamı referans vermekten çok onun yerine geçer, onu taklit eder, onu bozar ve yeniden yaratır. Bu durum, Baudrillard’ın hipergerçeklik kavramını çağrıştıran bir dilsel oyun alanı yaratır. Fakat bu oyun, saf bir zevk arayışından çok daha fazlasıdır; kelimelerin içine saklanmış tarihî, kültürel ve bireysel izlerin açığa çıkartıldığı bir tür “archaeological dig” olarak görülebilir. Her kelime, bir geçmişin yankısını taşırken, bu yankı bir anlamın habercisi olmaktan ziyade bir boşluk hissini derinleştirir. Bu boşluk, okuru yalnızca metnin dışına değil, aynı zamanda içine çeker; çünkü bu boşlukta kaybolmak, aynı zamanda metinle bütünleşmek anlamına gelir.
Ahmet Güntan’ın şiirinde, form ile içerik arasındaki ilişki, geleneksel hiyerarşik yapıyı altüst eder. Form, anlamın hizmetinde değildir; aksine, anlam, formun yan ürünü olarak şekillenir. Bu şiirler, birer “palimpsest” gibidir; alt katmanlarda eski metinlerin hayaletlerini barındırırken, üst katmanlarda yeni bir dilsel gerçeklik inşa eder. Fakat bu gerçeklik, hiçbir zaman tamamlanmış ya da sabitlenmiş bir yapı sunmaz. “Palimpsest” metaforu, burada hem metinlerin zamansallığını hem de onların sonsuz bir yeniden yazım sürecine tabi olduğunu vurgular. Peki, bu yeniden yazım, bir ilerleme mi, yoksa bir döngü müdür?
Güntan’ın poetikasında göze çarpan bir diğer unsur, “liminality” olarak adlandırılabilecek bir ara durum yaratmasıdır. Bu ara durum, yalnızca kelimelerin ya da imgelerin taşıdığı anlamla sınırlı kalmaz; aynı zamanda okurla metin arasındaki ilişkiyi de etkiler. Bu ilişki, ne tamamıyla samimi bir bağ ne de mesafeli bir yabancılaşma hissi taşır; aksine, her ikisinin arasında gidip gelen bir belirsizlik barındırır. Bu belirsizlik, şiirin hem en güçlü hem de en kırılgan yanıdır; çünkü metnin sınırlarını zorlamak, aynı zamanda bu sınırların kendisini aşındırmak anlamına gelir.
Ahmet Güntan’ın şiiri, yalnızca Türk şiirinin geleneğine bir başkaldırı olarak değil, aynı zamanda global şiir anlayışına meydan okuyan bir manifesto olarak görülebilir. Ancak bu meydan okuma, bir deklarasyon ya da net bir duruş sergilemekten çok, kendi içinde çözülmeyi ve yeniden kurulmayı seçer. Bu şiirlerde bir ütopya ya da distopya hissi yoktur; bunun yerine, dilin kendi üzerine kapanıp açıldığı, bir tür “linguistic autopsy” diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkar. Bu otopsi, dilin ölü bir yapı olmadığını, aksine her zaman yeniden canlanmaya hazır bir organizma olduğunu gösterir.
Son olarak, Güntan’ın poetikası üzerine düşünmek, yalnızca bir metni anlamaya çalışmak değil, aynı zamanda bu metnin etrafında dolanan hayaletlerle yüzleşmek anlamına gelir. Bu hayaletler, dilin geçmişini, şimdiki halini ve geleceğini aynı anda temsil eder. Şiir, bu hayaletlerin hem bir sahnesi hem de onlara meydan okuyan bir aynasıdır. Peki, bu ayna, yalnızca yansıtmakla mı yetinir, yoksa yansıttığını dönüştürerek başka bir gerçeğe mi kapı aralar? İşte Güntan’ın şiirinde asıl derinlik, bu soruların hiçbir zaman tam olarak cevaplanamayacak olmasında yatar.
- Not(a): Şiirden Çıkış: Anlamın Sonsuzluğu
Ahmet Güntan’ın şiirsel kozmosu, herhangi bir başlangıç veya son arayışına takılmaksızın, bir dönüşüm evreninin sonsuz döngüsüne sıkışmış gibidir; bu döngü, durağanlıkla asla bağdaşmayan bir devinim estetiği sunarken, sınırlarını sürekli genişleten bir düşünce inşasına zemin hazırlıyor gibi görünür. Kavramların yerleşik anlamlarına meydan okuyarak, anlamın sabitlenemeyen bir titreşim olduğunu hissettirir. Güntan’ın dizeleri, adeta kendini oluşturan ve bir yandan da sürekli bozuma uğratan bir organizma gibi, ritim ve düzensizliğin birleştiği bir aralıkta yankılanır. Peki, bu aralık nedir? Sesin kendi yankısından başka bir şey olamayacağı bir boşluk mu? Yoksa her yankıda yeniden şekillenen bir evrenin ilk izi mi?
Bu dizelerdeki hareket, tanımlanabilir bir formun arayışı olmaktan çok, formu kaybederek kendi varlığını sorgulayan bir yapıyı işaret eder. Güntan’ın şiirlerinde, bir dize diğerinin izinden gitmez, çünkü iz bırakmayı reddeden bir dilsel yapı mevcuttur. Her dize, kendi içine kapanmış bir bütünlüğü ifade etmeye çalışırken, bir yandan da tamamlanmamışlık hissini bir olasılık olarak sürekli açık bırakır. Bu tamamlanmamışlık, eksiklik fikrini reddederek eksikliğin kendisini bir varlık alanına dönüştürür. Belki de Güntan’ın şiirlerinde görülen, bir eksikliğin değil, eksik üzerinden kurulan bir zenginliğin evrenidir.
Anlam burada ne bir arayışa hizmet eder ne de bir sonuca ulaşmayı hedefler. Şiirler, anlamın oluşma sürecini değil, onun sürekli çözülüşünü izler. Her çözülme, kendini yenileyen bir belirsizlik katmanına işaret eder. Ama bu belirsizlik, korkutucu veya yorucu olmaktan ziyade, her okuyucunun — ya da her karşılaşanın — kendi anlamını yaratmasına olanak tanıyan bir alan yaratır. Güntan’ın metinlerinde dil, yalnızca ifade için bir araç olmaktan çıkar; kelimeler, varlık kazanmayan imgelerin birer taşıyıcısı olarak ortaya çıkar. Kelimenin artık bir nesneye, nesnenin ise bir yankıya dönüştüğü bir dil düzeninden bahsetmek mümkündür.
Haritası çıkarılamayan bir coğrafyayı andırır Güntan’ın dizeleri. Peki, böyle bir coğrafyada yol almak mümkün müdür? Haritasız bir mekânda yollar neyi ifade eder? Güntan’ın şiirleri, bu soruları yanıtlamaktan çok, onları çoğaltmayı tercih eder gibi görünür. Çünkü bu şiirlerde önerilen, bir yol bulmaktan ziyade, yolların arasında kaybolmanın kendisidir. Kaybolmak, burada yalnızca bir yön duygusunun yitimi değil, aynı zamanda yeni bir yön algısının inşasına kapı aralayan bir deneyimdir. Her dize, bir kapıyı açarken diğerini kapar, ama bu kapatış, geçişin sona erdiği anlamına gelmez; aksine, geçişin sonsuz bir döngüde sürdüğünü işaret eder.
Güntan’ın şiirlerinde dil, sınırlarını aşan bir genişlik kazanır. Kelimeler, sıradan anlamlarını yitirerek, soyut bir yüzeyde yankılanır. Bu yankılanma, her okurda farklı bir çağrışım yaratırken, anlamın sabit bir çerçeveye oturmasını engeller. Güntan’ın şiirlerinde mekân, fiziksel bir zemin olmaktan çıkar; daha çok bir titreşim alanına dönüşür. Bu alan, ne içine girmeyi ne de tamamen dışında kalmayı mümkün kılar. Sürekli genişleyen ve daralan bir çember gibi, şiirlerin dünyası her yeni dönüşte kendini yeniden tanımlar.
Anlamın sabitlenemeyen bir yapı olduğunu hissettiren Güntan, okuyucuyu kendi dilinin hareketine tanıklık etmeye davet eder. Bu hareket, durağan bir varlık algısından ziyade, sürekli eriyen ve yeniden şekillenen bir titreşimi andırır. Şiir, bu bağlamda, anlamın oluş halini sorgulayan bir deneyime dönüşür. Her dize, yalnızca bir ifade değil, aynı zamanda yeni bir varlık katmanının habercisi olur. Bu katmanlar, çözülmeyen ve kavranamayan bir belirsizliğin içinde kendini bulur. Güntan’ın şiirleri, anlamın buharlaştığı bir evren önerir; çünkü anlam, burada sabitlenemez, yalnızca hissedilir.
SO(N)
Sonuç Yerine: Şiirsel Bir Parantez
Ahmet Güntan’ın şiiri, dilin yapıbozuma uğratılarak anlamın parçalandığı, kelimelerin yerleşik bağlamlarından koparıldığı bir poetik arayış sunar. Ancak bu arayış, sık sık kendini tamamlayamayan bir döngüye dönüşür; anlamı çözme ve yeniden kurma potansiyeli taşıyan bir şiirsel alan yaratması beklenirken, yalnızca anlamın kaybolduğu ve okuyucuyu bir boşluk hissiyle baş başa bırakan bir estetikle sınırlı kalır. Güntan’ın şiirinde kelimeler, bir yapı oluşturmak yerine birbiriyle çarpışarak çözülür; bu çarpışma, kelimelerin içsel yankılarını açığa çıkarmaktan çok, bir tür kaotik sessizlik yaratır. Şairin amacı, anlamı bozarak yeni bir dilsel alan açmak gibi görünse de, bu bozulan alanların yaratıcı bir yeniden inşa sürecine dönüşmemesi, şiirin derinlik iddiasını zayıflatır.
Ahmet Güntan’ın şiirinde anlam, yalnızca bir yok oluşun nesnesi olarak ele alınır. Şair, kelimeler arasındaki ilişkileri bir arada tutan anlam köprülerini yıkar, ancak bu yıkımın ardından gelen boşluğu yaratıcı bir biçimde doldurmaz. Kelimeler, birer estetik varlık olmaktan çok, bir eksikliğin izlerini taşır. Güntan’ın şiiri, okuyucuyu dilin sınırlarında dolaştırır, fakat bu dolaşımın ötesinde bir keşif ya da yaratım vaat etmez. Dil, sürekli olarak kendini tüketir; anlamın kaybolduğu boşluklar, bir dönüşüm sürecine değil, bir tükenmişlik hissine yol açar. Bu durum, Güntan’ın şiirini hem deneysel hem de eksik bir yapı haline getirir. Şiir, anlamın yalnızca çözülüşünü değil, aynı zamanda bu çözülüşten doğan potansiyelleri de ele almalıdır; aksi halde, okuyucuyu yalnızca bir yıkımın tanığı olmaya zorlar.
Şairin dili kullanma biçimi, anlamın sabit ve tamamlanmış bir yapı olma iddiasını sorgular; ancak bu sorgulama, dilin ve anlamın ötesine geçerek yeni bir düzen yaratmayı başaramaz. Kelimeler arasındaki boşluklar, bir eksikliğin işaretleri olarak kalır; oysa bu boşluklar, yeni bir anlam evreninin kapılarını aralayabilir. Güntan’ın şiirinde anlam, bir yolculuk değil, bir duraksama hissi yaratır. Anlamın kaybolduğu bu alanlar, okuyucuyu dilin ötesine taşımak yerine, dilin içinde kapanan bir labirent hissi yaratır.
Ahmet Güntan’ın şiirine alternatif bir şiir anlayışı, anlamın yalnızca çözülüşüne değil, bu çözülüşten doğan yaratıcı potansiyele odaklanabilir. Yeni bir şiir fikri, dilin yalnızca bir yıkım aracı değil, aynı zamanda bir yeniden yaratım mekânı olduğunu gösterebilir. Bu şiir, kelimeler arasındaki boşlukları bir eksiklik olarak değil, yeni bir anlam düzeni yaratmanın başlangıç noktası olarak görmelidir. Kelimeler, yalnızca anlamın taşıyıcıları değil, anlamın sürekli olarak yeniden şekillendiği bir sürecin parçası olmalıdır. Yeni bir şiir, anlamın kaybolduğu yerlerde bir yokluk değil, bir dönüşüm yaratır.
Bu yeni şiir fikri, kelimelerin ve sessizliklerin bir arada çalıştığı, anlamın çok katmanlı bir şekilde yeniden doğduğu bir dil yaratır. Her bir kelime, bir anlam taşımaktan çok, bir anlamın yeniden doğuşunu başlatan bir katalizör olarak işlev görür. Sessizlikler, yalnızca bir duraksama değil, bir yankı üreticisi olarak ele alınır. Kelimeler ve boşluklar, birbirleriyle çatışmaktan çok, bir arada bir varoluş düzeni yaratır. Bu şiir, anlamın kaybolduğu her noktada bir yeniden varlık bulmanın, bir yaratım sürecinin kapısını aralar.
Ahmet Güntan’ın şiirini aşmak, anlamın yalnızca çözülmesini değil, bu çözülmeden doğan yaratıcı potansiyeli de ele almayı gerektirir. Yeni bir şiir, dilin sınırlarını zorlamakla kalmaz, bu sınırların ötesinde yeni bir gerçeklik yaratır. Kelimeler, yalnızca birer yıkım aracı değil, aynı zamanda birer yaratıcıdır; her bir boşluk, bir eksiklik değil, yeni bir dünyanın habercisidir.
Sonuçta, şiir bir sona ulaşmaz; her kaybolan anlam, yeni bir başlangıcın işaretidir. Güntan’ın şiirini aşan bir anlayış, dilin kendi sınırlarını aşarak, anlamın ötesinde bir evren yaratır. Şiir, kelimelerle başlar, ancak sessizliklerle yankılanır; çünkü en güçlü yankılar, en derin sessizliklerden doğar. Bu şiir, yalnızca bir yıkımın değil, bir yeniden doğuşun şiiridir. Her bir kelime, bir kayboluşun yankısı, her bir boşluk, bir yeniden yaratımın alanıdır. Ve işte bu döngü, anlamın ve dilin sonsuz dönüşümünün şiirsel ifadesidir; her bir sona erme, kendi içinde bir başlangıcı taşır, çünkü şiir, anlamın kaybolduğu yerde değil, o kayboluşun ardından yeniden varlık bulduğu yerde başlar.